Ölümü özleten acı: Mezarsızlık

Ölümü özleten acı: Mezarsızlık
Korona hayatımızı tehdit ettiği kadar, hayatımızı devam ettirmek için ihtiyaç duyduğumuz rutinleri de bozdu. Bunlardan biri de cenazeler. İnsanlar, koronadan ya da başka bir sebepten hayatını kaybeden yakınlarını gömemiyor veya yalnız gömüyor. O ihtiyaç duyduğu kalabalıktan destek alamıyor. Nihayetinde, aslında, yas süreci yarım kalıyor. Hatta belki de hiç başlamıyor.
Ölümü özleten acı: Mezarsızlık

BERİL ESKİ  
Korona hayatımızı tehdit ettiği kadar, hayatımızı devam ettirmek için ihtiyaç duyduğumuz rutinleri de bozdu. Bunlardan biri de cenazeler. İnsanlar, koronadan ya da başka bir sebepten hayatını kaybeden yakınlarını gömemiyor veya yalnız gömüyor. O ihtiyaç duyduğu kalabalıktan destek alamıyor. Nihayetinde, aslında, yas süreci yarım kalıyor. Hatta belki de hiç başlamıyor.   Bu mecburi süreç, yakınlarını kaybedenlerin yas tutup, bir anlamda hayata devam etmesinin de önüne geçiyor. Bazı ülkelerde çevrimiçi cenaze törenleri düzenleniyor, bazılarındaysa, mesela Fransa’da, yardımsever bir grup erkek, 12. yüzyıldan bu yana cenazeleri gömüyor. Veba salgını sırasında bir araya gelen grup, toplu ölümler sırasında her bir bireyin düzgün bir şekilde gömülebilmesini sağlıyor, yüzyıllardır da devam eden geleneğin gönüllüleri bugün de pandemi döneminde, ölüleri gömmeye devam ediyorlar.   Pandemi bize mezarlığın önemini yeniden hatırlattı aslında. New York ve Brezilya’nın Amazonas eyaletinde koronadan öyle çok insan öldü ki, bazı kişiler toplu mezarlara defnedildiler. O görüntüler hepimizi dehşete uğrattı. Ölünce bir kenara atılmışlar gibi, hatta hiç yaşamamışlar gibi. Bir mezarı bile hak etmemiş gibi.   Kaldırıma gömülen 261 cenaze   Oysa yanı başımızda, Kilyos’ta, kaldırımın altında 261 cenazeye ait kemiklerin gömüldüğü ortaya çıktı. Üstelik zücaciyecide satılan plastik kutulara doldurularak ve üst üste gömülmüştü. Halise İpek’in örgüt militanı oğlunun 3 yıldır aradığı cenazesi, kendisine kargoyla teslim edildi. Ölüm orucunu bıraktıktan kısa süre sonra hayatını kaybeden Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek’in cenaze törenine müdahale edildi, cesedi mezardan çıkartılmakla tehdit edildi. Ama kimse, yada yeterince insan dehşete düşmedi. Hayat her zamanki gibi devam etti.   “Dedi, gel imzanı at. Dedim ne için imza atayım? Emanet nedir, nereden gelmiştir? Ben sordum kim göndermiş? Dedi ki Agit İpek’in kemikleri gelmiş. Hemen ben durdum. Hiçbir şey sormadım ben. Acaba bu ne söylüyor? Baktım komşumuz soruyor tamam kemikleri nerededir o zaman? Dedi bak oradadır. Ben de o sandalyeyi tuttum, hala oturamadım. Baktım bir koli oradadır ama kargo yazıyor üstünde. Dedi Agit’in kemikleri, ben dedim oturamıyorum. Gözüm karardı.”   Ben Kısa Dalga’dan Beril Eski. Bu podcastte Türkiye’de ölümle yaşamın arasında, bir nevi arafta sıkışanları, sıkıştırılanları konuşacağız.     Mezopotamya Ajansı’nın yayımladığı videoda, “gayrimüslim” dedikleri, “451” dedikleri aslında birer insan. PKK’lılara ait olduğu belirtilen bu cenazeler, 2017’de Bitlis’teki operasyonlar sırasında mezar yerlerinden çıkarılarak İstanbul Adli Tıp Kurumu’na getirilmiş, sonra da Kilyos’ta bir kaldırımın altına gömülmüş. Cenazeler zücaciyede satılan plastik kutulara konmuş, üst üste gömülmüş. Cenazeleri çıkaran kişinin kemiklerin olduğu kutuları ayağıyla ittirdiği görülüyor videoda. Bu videoyu izleyenlerin yorumları hep aynı, “Sözün bittiği, insanlığın öldüğü yer”.   Aslında Kilyos’ta tanık olduğumuz, Türkiye’nin, özellikle de Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerin sürekli baş etmek zorunda olduğu bir gerçek. İnsan Hakları Derneği’nin interaktif toplu mezar haritasına göre, bugüne kadar açılan toplu mezar sayısı 45. Bu mezarlardan çıkarılan 4201 kişi tespit edilerek gömülmüş. Ama halen daha 303 toplu mezar açılmayı bekliyor. Düşünün, 45 mezardan 4 binden fazla insan çıkmış, 303 mezardan kim bilir kaç kişi çıkacak.   Toplu mezarlar   Nitekim son olarak Mardin Dargeçit’te bir mağarada toplu mezar bulundu. İnsan Hakları Vakfı Mardin Şubesi Başkanı Fevzi Adsız, bir vatandaşın suç duyurusu üzerine kemiklerin Dar Geçit Başsavcılığı tarafından toplanıp muhafaza altına alındığını söyledi. Bu aşamada kemiklerin Adli Tıp tarafından tasniflenip, kimlik tespitinin yapılması bekleniyor. Fevzi Adsız, kemiklerin büyük ihtimalle 1990’lı yıllarda öldürülenlere ait olabileceği fikrinde.    “Adli Tıp Kurumu, raporunu hazırlamadığı sürece pek bir şey ifade etmek mümkün değildir. Ancak derneğimizin takip ettiği ve 2013-15 yılları arasında bölgede çıkarılan kemiklerin 1990’lı yıllara ait olduğunu değerlendirdiğimizde, bulunan bu kemiklerin de 1990’lı yıllara ait olabileceğini değerlendirmekteyiz. Bölge şartlarını dikkate aldığımızda, bulunan her toplu mezarın açılması ve muhafaza altına alınması, 1990’lı yıllarda yakınlarını kaybedenler için yakınlarına ulaşma umudu doğmaktadır. Dargeçit’te bulunan bu toplu mezarların açılmasının ise birçok aile umutlandırdığını söyleyebiliriz.”   Ama bu süreçler her zaman umulduğu gibi ilerlemiyor. Nitekim, 2010’lu yılların başında toplu mezarları açmak yönünde üstü kapalı bir irade gösteren hükümet, bugün bu konuyu görmezden geliyor. İnsan Hakları Derneği Eş Başkanı Rehşan Bataray da 2009’dan bu yana gelen yoğun başvuruların, bu örtük iradeyle arttığını söylüyor. Bunun üzerine İHD Diyarbakır Şubesi, artan başvuruları sistematik hale getirmek ve tespitleri kalıcı ve görünür kılmak amacıyla bir interaktif haritalama çalışmasına dönüştürüyor.   “Bu cenazelere ilişkin araştırma yaparken, arama yaparken veya savcılıklarla cenaze yerlerinin tespiti ve açılımına ilişkin çalışmalar yapılırken toplu mezarlarla karşılaşıldı. Özellikle 2010, 2011 döneminde Bitlis’ten çok yoğun başvurular yapıldı ve birçok toplu mezar tespit edildi.”   Ancak Bataray, mezar açma işlemlerinin dünya pratiklerine aykırı ve bilinçsizce yapıldığını, bu nedenle de İHD olarak itiraz ettiklerini belirtiyor.    “Bu toplu mezarlar bir şekilde açılmaya başlanınca, buna ilişkin çalışmalarımız duyulunca, yine orada herkesin hafızasındadır, büyük kepçelerle toplu mezarlar açılmaya başlandı. Ve biz orada durduk; hayır, bu şekilde açılamaz, usulü bu değil, hem deliller, kemikler tahrip oluyor, ortadan kayboluyor hem de bir şekilde mezarların, mezar yerlerinin bu şekilde açılması doğru değil diyerek buna ilişkin taleplerimizi savcılıklara ilettik, durdurduk. Buna ilişkin kamuoyuna açıklamalarımızı yaptık. Tabii ki bu konudaki çalışmalarımız açıklamalarımız duyulunca çok yoğun başvurular aldık. Çünkü insanlar zaten köylerine dönenler, köylerinde yaşayanlar yakınlarındaki toplu mezarlardan haberdarlar. Veya tarlada denk geliyorlar bir şekilde.”   Aslında toplu mezarlar konusunda ciddi bir dünya deneyimi var. Srebrenitsa katliamında öldürülen ve toplu mezarlara terk edilenler mesela. Her açılan mezarda kemikler tasnif ediliyor, arayan aileye ulaştırılıyor ve her yıl anma töreninde kemikler defnediliyor. Bu törenle, öldürülen kişiye, sadece insan olmaktan, insan olarak doğmaktan hak ettiği saygı ve onur iade ediliyor.   “Türkiye’nin bir kere bu konuyu kabul etmesi, bu konuda çalışmaya girişmesi, düzenlemelerini yapması ve usulüne uygun yerlerin açılıp tespit edilmesi gerekiyor. Bu konuda devasa bir sorun ve yapılacak işler önümüzde var. Ama yıllardır bu konuda yaptığımız talepler maalesef dikkate alınmadı ama bu hususta çalışmalarımız devam ediyor.”   İHD Eş Başkanı Bataray, toplu mezar ve kayıplar gibi yoğun ve profesyonel çalışma gerektiren bu alana has bir vakıf kurulacağını, İHD’nin de kurucular arasında yer aldığını belirtiyor.   “Ama o toplu mezar haritasının açıklandığı, mezarların çok yoğun açıldığı, başvuruların yapıldığı dönemden sonra uzun bir ara oldu, çok gelişme olmadı. Hepimiz üzerinde, hani vatandaş başvuranlar üzerinde, veyahut toplu mezarları görüp tespit edip gelen vatandaşın üzerinde, işte bu alanda çalışan bizim gibi insan hakları savunucuları üzerinde aslında psikolojik etkileri de tahribatı da çok fazla oldu. Çünkü gidip tespit ettiğimiz bir sürü mezar var ama buna ilişkin hiçbir şey yapılmadı, açılmadı. O mezarlar orada duruyor. Acaba tahrip edildi mi? acaba kemikler yerinden çıkarıldı mı? Ne şekilde duruyor? Onun tespit edilip ama üzerine hiçbir şey yapılamamasının verdiği çok büyük bir sıkıntı var.” 1:56 “Ve onunla yaşamaya devam etmek de vatandaşlar için veya ailesinden kayıp olan, o toplu mezarlarda yakınlarının olduğunu düşünen aileler için gerçekten çok yıpratıcı ve telafisi mümkün değil.”   Oğlunu kargo kolisinde bulmak   Halise İpek, örgüt militanı oğlunun mezarını üç yıldır arıyordu.   “Valla 3 senedir biz uğraşıyoruz. Oraya gittik, şuraya gittik, bizim yanımızda değil dedi.”   2019’da yetkililer Halise İpek’ten kan testi istiyor ve cenazeyi İstanbul’a gönderdik diyor. Halise İpek bir ay boyunca uğraşıyor. Sonunda kendisine verilen cevap “Tüm bilgiler tutuyor, kimlik numarası da tutuyor, ama kanınız tutmuyor” oluyor. Halise İpek, oğlunun öldüğü Dersim’e gidiyor ve yetkililerle görüşüyor, cenazesini aramaya devam ediyor. Ama hiçbir sonuç alamıyor.   “Bu kış da ben İstanbul’a misafir gittim. Bana telefon açtılar, dediler sizin dosyanız vardır, neredesiniz, gelin dosyanızı alın. Dedim acaba dosya nedir? Dedi gizlidir, biz bilmiyoruz. Dedim nedir, oğlumun için ben başvurmuştum, yok dedi biz bilmiyoruz, gelin dosyanızı alın.”   Sonra İstanbul’a gönderelim diyorlar, “Oğlum içinse hemen geleyim” diyor Halise İpek, hayır diyorlar, oğlunuzla ilgili değil, bir kargonuz var. Halise İpek İstanbul’da olduğundan, İstanbul’daki akrabalarının adresini veriyor ama kargo Diyarbakır’a, Halise İpek’in evine gidiyor. Evde kimse olmayınca, oğlunun öldüğü şehre, Dersim’deki yetkililere gönderiliyor. Ve sonra Diyarbakır’a geri gönderiliyor. Halise İpek’i kargosunu teslim etmek için Diyarbakır’da emniyete çağırıyorlar.    “Ben gitmişim. Orada bir polis kapıda vardı. Dedi – sen ne suç yapmışın içeri gireceksin? - ya, dedim, bize bir kargo kağıdı bana vermiş, dedi emanetiniz var. Ama bilmiyorum nedir. Bir suç varsa siz yaptınız, ben hiçbir suç yapmadım, çocuğumu arıyorum.”   Ancak kapıdaki polisler Halise İpek’i içeri almıyorlar, “ay başında gel” diyorlar. Bir avukattan yardım istiyor, avukat yeniden emniyete gitmesini, almazsa kendisine yardım edeceğini söylüyor. Bunun üzerine Halise İpek, elindeki kargo kağıdıyla, yeniden emniyete gidiyor:   “İkinci sefer ben bir komşumuzu [yanıma] aldım. Kimseye de söylemedim. Dedim bir dosyadır ama o dosya nedir? Hiç kemik [olduğu] aklımıza gelmedi.”   Kapıda geçen sefer onu içeri almayan polis olmadığından, bu sefer emniyete girebiliyor Halise İpek.   “Biz gittik içeri. İçeride sorduk. Dedim, kağıdı gösterdik, en son dedi bu kapı dedi, emanet yeri burasıdır. Ben gittim iki tane, bir kadın bir erkek çalışıyordu. Öbür masa da boştu. Oraya bizim kemiklerimizi masanın altına, ayağın altına koymuştur. Evet ayaklarının altına koymuştur. O sandalyeyi çıkarmış, dedi burada otur gelince komşumuz. Dedi teyze burada otur. Ben elimi tuttum ama oturmadım. Acaba dedi kimlik sendedir? Dedim bu kağıdı bize verdiler, tamam dedi, gerek yoktur kimliğe. Dedi, gel imzanı at. Dedim ne için imza atayım? Emanet nedir, nereden gelmiştir? Ben sordum kim göndermiş? Dedi ki Agit İpek’in kemikleri gelmiş. Hemen ben durdum. Hiçbir şey sormadım ben. Acaba bu ne söylüyor? Baktım komşumuz soruyor tamam kemikleri nerededir o zaman? Dedi bak oradadır. Ben de o sandalyeyi tuttum, hala oturamadım. Baktım bir koli oradadır ama kargo yazıyor üstünde. Dedi Agit’in kemikleri, ben dedim oturamıyorum. Gözüm karardı. Oturdum. Oturdum. Baktım düşeceğim, ben oturdum. Bir daha hiç kimse aklımıza geldi, ne insanlık aklımıza geldi. Dedim insanlık bu dünyada, bu ülkede, özellikle Türkiye’de kalmamış. Kemikleri kargoyla bize geliyor. Oturdum, başım dönüyor. Güç veriyorum kendime güç veriyorum. Dedim kimse yanımızda yok, bir komşudur, o da gençtir. Şaşıracak kalacak, bilmiyorum ne olacak? Ben biraz oturdum. Dedi, teyze iyi misin? Dedim iyiyim. Dedi, tamam dedi, onlar o oturan memurlar, tamam teyze tamam gelip mezara koyacağız. Dedim 3 senedir ben arıyorum, siz kemik bize gönderdiniz, ben oğlumu götüreceğim, mezara götüreceğim.”   Halise İpek, komşusuyla birlikte oğlunun kargo kutusundaki kemiklerini yükleniyor, eve götürüyor. Tüm akrabalar, üç yıldır bekledikleri yas süreci için, cenaze için evlerine geliyor.   Ancak kemiklerin defni de ayrı bir sorun yaratıyor. Halise İpek’in oğlunu köyüne gömmesine izin verilmiyor ama Halise İpek “Ben söz verdim oğlumu köyüme gömeceğim” diye diretiyor, yetkililer de sonunda kabul ediyor. Cenazeyi alan ambulans sadece bir kişinin binmesine izin veriyor mesela. Köye giderken onları polis ve askerlerin olduğu araçlar takip ediyor. Köye vardıklarında etrafı askerler ve korucular çevirmiş. Mezarlık çembere alınmış ve köylülerin yaklaşmasına izin verilmiyor. Akrabalar mezarlıktan uzaklaştırılıyor. Yalnıza Halise İpek, kepçeci ve iki akrabası cenaze törenine katılabiliyor.    “Ben orada olana kadar, askerler gitmedi. Dedi, gidin çabuk gidin, biz orada burada sizi bekliyoruz. Abim onun yanına gidip dedi ya bak, kimse yok. Benim kardeşimdir, 3 senedir bu kemikleri arıyor. Ben onu kaldıramam. Rahat olun, gidin. Siz görevinizi yaptınız, gidin. Dedi biz gitmiyoruz rahatız, siz gidene kadar gitmiyoruz buradan. Baktım oradan abimin yüzüne, benim abim zaten hastadır. Dedim abim tamam, biz gideceğiz.”   Yani, Halise İpek ve akrabaları, askerlerin gözetiminde cenazeyi defnettikten sonra, apar topar mezarlıktan gitmek zorunda kalıyorlar.   “Oğlumuzu gömünce biz kemiklerimize bakmadık. Bu dünyada hiç insanlık kalmamış hissettik. Bu dünyada insanlıktan çıkmış hissettik. Bilmiyorum ne diyeceğim. Benim Türkçem çok zayıftır. Kemikleri kargoyla gönderiyorlar. Bilmiyorum bu dünya niye sesini çıkarmıyor? Benim için yandı. Hiçbir ananın içi yanmasın böyle.”   Yine de her şeye rağmen, oğlunun kemiklerini aldığı için Halise İpek’in acıları bir nebze de olsa hafiflemiş. Ama şimdi de aklı, fikri, oğlunun cenazelerini arayan diğer annelerde.   “Biraz olsun rahata erdim. Bir kere ben oraya gidiyorum, mezarını ziyaret ediyorum. Yani rahat olduk [erdik] ama benim gibi çok analar var. Ben onları düşünüyorum şimdi. Çünkü kendim gördüm ya o acıyı, analar benim gönlümden hiç çıkmıyor. O görmeden çocukları, kemikleri, analar hep benim gözümün önündedir. Ben gördüm. Ben gördüm. Artık yeter. Analar ağlamasın. Bu acı vurmasın. Artık yeter, yeter, yeter diyorum.”   “Defin işleminin tarihine baktığımız zaman şunu görüyoruz: bu defin yaşayanla ölüyü, yaşayanların dünyasıyla ölülerin dünyasını ayrıştıran bir ritüeldir. Ölüyü gömdüğümüz zaman, artık onun öldüğünü ve geri gelmeyeceğini kabulleniyoruz. Cebr-i kaybolma, mezarsızlık gibi durumlarda ölüyle diri arasındaki bu kesin çizgi kayboluyor. Yakınları gözaltında kaybolanların anlatılarına bakın mesela, her kapı çaldığında –acaba o mu geldi?- diye heyecanlandıklarını anlatırlar. Aslında yakınlarının öldüğünü içten içe biliyorlar, ama arkada hep bir –acaba?- kalıyor.”   Central European University’den Cihan Erdost Akın, Türkiye’de beden siyaseti pratikleri ve nekro politika üzerine çalışıyor. Kilyos’ta kaldırıma gömülen kemiklere yönelik şiddeti, oğlunun kemiklerini kargoyla annesine gönderen acımasızlığı, nekro politika üzerinden açıklıyor.   “Bu tarz şiddet bireyi ve birey üzerinden belli bir grubu siyasi özne olmaktan, yani belli hakları olan bir birey ya da diğer bir ismiyle yurttaş olmaktan çıkarmayı hedefler. Bu aynı zamanda bir nüfus yönetimidir. Akademide kullandığımız bir terim var: nekro politika. Burada bize yardımcı olabilir. Açıklayayım. Nekro politika kabaca, nüfusun bir belli bölümünü öldürerek, ölüme maruz bırakarak, ya da ölüm ile yaşam arasında bırakarak yönetilmesi anlamına geliyor. Ölü bedenleri, mezarları, cenaze törenlerini hedef alarak devlet belli bir grubu diğerinden ayrıştırıyor. Bu grubu disipline etmek istiyor. Yani diyor ki, benim kadınlık, benim Kürtlük, benim Alevilik anlayışıma uymazsan, başına gelecek olan budur.”   Elbette nekro politika yalnızca Türkiye’nin ya da yalnızca bugünün politikası değil. Tarihe ve mekana göre değişse de çok farklı yerlerde, çok farklı zamanlarda başvurulan, kullanışlı bir siyasi tutum.    “Hektor, Aşil’e düzgün bir şekilde gömülmek istediğini söyler, hatta yalvarır. Ama Aşil, Hektor’u öldürdükten sonra bedenini at arabasına bağlayarak Truva şehrinin etrafında sürükler. Devletlerin kuruluş aşamasında da ölü bedenleri ve mezarlıkları hedef aldığını başka örneklerde de görebiliriz. Mesela Kuzey Moğolistan’da bir kavim, geleneksel şaman ritüeli olarak ölülerini vahşi hayvanlar yesin diye doğaya bırakıyor. Sovyetler geldiğinde ise bu ritüeli yasaklıyorlar, mezarlar kuruluyor ve ölüm sertifikası politikasını getiriyorlar. Bu genelde devletin merkezi hükümet anlayışını güçlendirmesi ve özel alanı düzenleyerek, siyasi otoritesini kurması olarak okunuyor. Erken cumhuriyet dönemi için de benzer bir yorum yapabiliriz bence. Erken cumhuriyet döneminde özellikle gayrimüslimler hedef alınarak bir homojen toplum yaratma çabası vardı. Bugün de özellikle Kürtler ve Aleviler hedef alınarak homojen bir toplum yaratma çabası var.”   Nekro politikanın en uzun süreli, en acımasız bedellerinden biri de mezarsızlık. Akademisyen Akın, kayıpların ve mezarsızlığın psikolojik işkence olarak kabul edildiğini söylüyor.   “Uluslararası hukuktaysa bu bir psikolojik işkence olarak kabul görüyor aslında. Yani mezarsız bırakmanın ardında korku iklimi yaratmak, korku, psikolojik şiddet ve hak ihlalleriyle yaşayanları disipline etmek yatıyor. Bir açıdan isimsiz, yüzsüz ve yurtsuz bireyler yaratılıyor.”   Tabii mezarsızlık denince akla ilk Cumartesi Anneleri / İnsanları geliyor. Üstelik onların sadece yakınları mezarsız kalmadı. Yakınlarını aradıkları, yas tuttukları, bir nevi mezarlık gibi her Cumartesi ziyaret ettikleri Galatasaray meydanı da ellerinden alındı. Ama onlar hem Galatasaray Meydanı’nı hem de sevdiklerinin mezarlarını almaya kararlı.   “Ağabeyim Hayrettin Eren, 20 Kasım 1980’de gözaltına alındı. Biz o günden sonra Hayrettin Eren’i herhangi bir cezaevinde canlı olarak bulabileceğimizi düşünüyorduk. Ancak zaman ilerledikçe umutlarımızı yitirmeye başladık. Bütün aramalarımız, adli makamlara başvurularımız sonuçsuz kaldı. Ölü mü, diri mi bilmiyorsunuz. Nerede olduğunu bilmiyorsunuz. Bitmez tükenmez bir belirsizlikle yaşıyorsunuz. Yaşıyorsa nerede? Ölüyse, mezarı nerede? Yerini gösterin diyoruz, o da yok.”   İkbal Eren de bir Cumartesi Annesi, İnsanı. Yıllarca zorla kaybedilen ağabeyi Hüseyin Eren’i ararken mezarsızlığın ne olduğunu idrak edememiş. Ta ki, babasını, sonra da annesini kaybedip, gömünce, onların mezar yerini görünceye kadar.   Aslında ben mezarsızlığın ne olduğunu tam olarak, 24 Ocak 2012’de babamı kaybedince anladım. Babam öldü, ritüeller yerine getirildi. Babamı yerine yerleştirdik. Aynı şekilde 19 Ağustos 2019’da annemi kaybettim. Aynı şekilde annemi de yerine yerleştirdik. Onların bir mezarı var. Biliyorum ki onlar geri gelmeyecek. Zaman zaman ziyaretlerini yapıyorum. Dertleşiyorum. Mezarlarına karanfil bırakıyorum. Onlarla ilgili süreç tamamlandı. Ama kayıplarımızla ilgili tamamlanmamış bir süreç var. Yasımız hiç bitmiyor. Yaramız hiç kapanmıyor. Umutla umutsuzluk arasında, belirsizlik içerisinde yaşıyorsunuz. Bastığınız topraktan bile şüphe ederek yaşıyorsunuz.”   Peki devlet kaybedilenlerle ilgili bu yoğunlaşan talebi neden duymazdan geliyor? Neden bunca insanı mezarsız bırakıyor? İkbal Eren’e göre, aslında, devlet, kendi suçlarını kabul etmemek için mezarları da gizlemeye devam ediyor.   “Bizim sevdiklerimizi kaybedip, gözaltında kaybedip, mezar yerlerini bize göstermemekle belki bize gözdağı vermeye çalışıyor ve bu toplumda bir korku iklimi yaratmaya çalışıyor. Yapmak istediği buydu. Ancak daha da önemlisi, devlet bize sevdiklerimizin, gözaltında kaybettiklerinin mezar yerlerini gösterdiği zaman, işlediği suçu kabullenmiş olacak. Devlet suç işlemiştir, gözaltına aldığı kişilerin yaşam haklarını ellerinden almış, işkence ederek onların yaşamlarına son vermiştir. Bir insanlık suçu işlemiştir. Mezar yerlerini gizleyerek, kendi suçunu da gizlemiş oluyor.”

Araştırma