"ÇAĞLARIN BÜYÜK ŞAİRİ": NAZIM HİKMET

"ÇAĞLARIN BÜYÜK ŞAİRİ": NAZIM HİKMET
Time Code’un bu bölümünde Yeşim Özdemir, "çağların büyük şairi" Nazım Hikmet’i anlatıyor. Ant Dergisi’nde kendisi hakkında yazdığı bir yazıda Yaşar Kemal böyle sesleniyor Nazım’a, Çağların Büyük Şairi… Nazım Hikmet Ran, bu toprakların toplumcu gerçekçi şairi, memleket şairi, komünist şairi, dünya şairi… Ve bu dünya şairi, bugün tam 120 yaşında, bir asırdan fazladır bizimle…


Mehmet Nazım Hikmet 20 Kasım 1901’de, Selanik’te dünyaya geliyor. Ancak doğum tarihi kayıtlara 15 Ocak 1902 olarak geçiyor. 1905’te Nazım’ın, İbrahim Ali adında bir kardeşi oluyor. Ancak hastalıktan hayatını kaybediyor. İki yıl sonra kız kardeşi Samiye dünyaya geliyor. (1907)

Nazım’ın çocukluğu, Babası Hikmet Nazım Bey’in valilik görevi nedeniyle, farklı illerde geçiyor. Nazım Hikmet, Mekteb-i Sultani’de ortaokul eğitimine başlıyor, yani şimdiki Galatasaray Lisesi’nde ama okulun pahalı olması nedeniyle daha sonra okulunu değiştirip Nişantaşı Sultanisi’ne geçiyor.


1902’de doğdum
Doğduğum şehre dönmedim bir daha
Geriye dönmeyi sevmem
Üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim
On dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği
Kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu
Ve on dördümden beri şairlik ederim….

(Şiir 11 Eylül 1961de, Berlinde yazıldı)

“Otobiyografi" şiirine böyle başlıyor Nazım Hikmet…

“14’ümden beri şairlik ederim” diyen Nazım, aslında ilk şiirini henüz 11-12 yaşlarında yazıyor… “Feryad-ı Vatan” adlı bu şiirin çok beğenilmesiyle eğitim rotası da değişiyor..

“Sisli bir sabahtı henüz
Etrafı bürümüştü bir duman
Uzaktan geldi bir ses ah aman aman!
Sen bu feryâd-ı vatanı dinle işit
Dinle de vicdanına öyle hükmet
Vatanın parçalanmış bağrı
Bekliyor senden ümit”

(3 Temmuz 1913)



25 Eylül 1915’te Heybeliada Bahriye Mektebi’ne geçiyor. Bahriye Mektebinde okurken Mecmua Dergisi’nde “Hala servilerde ağlıyorlar mı?” şiiri yayımlanıyor. Ve bu onun yayımlanan ilk şiiri oluyor…(3 Ekim 1918)


Bir inilti duydum serviliklerde
Dedim: Burada da ağlayan var mı?
Yoksa tek başına bu kuytu yerde,
Eski bir sevgiyi anan rüzgâr mı?

Gözlere inerken siyah örtüler,
Umardım ki artık ölenler güler,
Yoksa hayatında sevmiş ölüler,
Hâlâ servilerde ağlıyorlar mı?”



BAHRİYE MEKTEBİNİN MEZUN LİSTESİNDE ADI YOK

Birçok kaynakta, Nazım Hikmet’in, Bahriye Mektebi’ni 1919 yılında bitirdiği ve orada “güverte subayı” olarak staja başladığı ama bu staj döneminde geçirdiği zatülcenp hastalığı (bir akciğer hastalığı) nedeniyle kendisine “çürük raporu” verildiği ve bu sebeple deniz subayı olarak görev yapabilecek durumda olmadığı için, okuldan ayrıldığı söyleniyor… Hatta Mehmet Fuat’ın kitabında bu çürük raporunun tarihi 17 Mayıs, 1920 olarak veriliyor.
Ancak bazı kaynaklara göre de ortada böyle bi çürük raporunun olmadığı ve Nazım’ın “aşırıya kaçan halleri ve askeri disiplini olmadığı” nedeniyle deniz subayı olmasına izin verilmediği yazıyor.


Hürriyet Gazetesi’nin 04 Ocak 2015 tarihli, Şükrü Küçükşahin’e ait köşe yazısında ise bu bilgilerin doğru olmadığı, Nazım’a hiç çürük raporu verilmediği, devamsızlığı nedeniyle okulla ilişiğinin kesildiği yazıyor. Ve Şükrü Küçükşahin, bu bilgilerin kendisine Genelkurmay kaynaklı aktarıldığını yazıyor.

Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’nın, Nazım’ın yaşam öyküsünün anlatıldığı kısımda da Bahriye’den mezuniyetine üç ay kala, rahatsızlığı nedeniyle ayrıldığı yazıyor…

Bu konuyla ilgili farklı bilgilendirmeler olsa da sonuç itibariyle Nazım’ın adı, Bahriye Mektebi’ndeki listede “sınıfımızdan subay olmadan ayrılanlar” kısmında bulunuyor ve listenin bu kısmında onunla birlikte adı geçen diğer dört kişinin adının karşısında “ihraç” yazarken, Nazım Hikmet’in adının karşısında “kaydı silinmiş” yazıyor.



Büyük insanlık, gemide güverte yolcusu
Trende üçüncü mevki
Şosede yayan
Büyük insanlık

Büyük insanlık sekizinde işe gider
Yirmisinde evlenir
Kırkında ölür
Büyük insanlık”


……

SAVAŞIN GÖLGESİNDE ŞAİRLİK
 
Nazım’ın Bahriye’deki son yılları Birinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasındaki yıkık-dökük döneme denk geliyor. Ve tabi Kurtuluş Savaşı dönemi…
Savaş ortamında şiir yazma gayretinde olan Nazım’ın ilk şiirleri genellikle milliyetçiliğin ağır bastığı şiirler oluyor ve bu şiirler çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmaya başlanıyor. (Kitap, Alemdar, Ümit gibi gazete ve dergiler)

Nazım Hikmet, İstanbul’da konaklarda yaşayan, askeri okullarda okuyan bir paşa torunu, yani halkla iç içe bir yaşamı yok aslında. Bu nedenle de memleketin ve memleket insanın içinde bulunduğu duruma biraz uzak olduğunu söyleyebiliriz.

Nazım’ın daha sonra büyük ölçüde şiirlerine de yansıyacak olan memleket algısındaki büyük kırılma, arkadaşı Vâlâ Nurettin ile 1 Ocak 1921’de Milli Mücadeleye katılmak için, İstanbul’dan çıkıp İnebolu’ya, oradan da Ankara’ya gidiş serüveninde yaşanıyor.

Bu yolculuğa Vâlâ Nurettin, Yusuf Ziya (Ortaç) ve Faruk Nafiz (Çamlıbel) ile birlikte çıkarlar. İnebolu’da 10-15 gün Ankara’ya geçmek izin beklerler. Ancak izin sadece Nazım Hikmet ve Vâlâ Nurettin için çıkar. Nazım Hikmet ve Vâlâ Nurettin yürüyerek, 9 günde Ankara’ya varırlar

Bu serüvenin etkilerini Akademisyen Göksel Aymaz, Boğaziçi Üniversitesi, Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi’ne yaptığı değerlendirmede şöyle anlatıyor:

“Nazım Hikmet ve Vâlâ Nurettin orada on-on beş gün geçiriyorlar. Bu Ankara’dan izin beklerken ve orada Almanya’dan Spartakist Hareket ile mücadele etmiş olan Türklerle karşılaşırlar. Nazım Hikmet onlara “Spartakist Ağabeyler” diye hitap eder. İşte bunlar Rosa Luxemburg Hareketi’ne katılmışlardır. Yani birebir militan olarak çarpışmışlardır. Tabi bunlar Osmanlı’nın eğitim görmesi, mesleklerinde uzmanlaşması amacıyla Almanya’ya gönderdiği öğrenciler, gençler. Onlardan hayatında ilk defa “Sosyalizm” lafını duyar. Yani Marx, emek sömrüsü, toplumsal sınıflar, sınıf savaşı vesaire gibi kavramları, konuları ilk kez orada tanıştığı Spartakist Ağabeyleri’nden duyar. Ve bunların içinde Sadık Ahi çok önemli bir figürdür. Sonradan CHP’de milletvekilliği yapmıştır kendisi.”



19 yaşında genç bir şair olarak Nazım Hikmet, bu yolculuk serüveninde Marksizmle Sosyalizmle tanışmış oluyor. Ve sahip olduğu milliyetçi fikirlerle yeni öğrendikleri arasında büyük bir çatışma yaşıyor. Arkadaşı Vâlâ Nurettin çok sonra “Bu Dünyadan Nazım Geçti” kitabında bu çatışmayı şöyle yazıyor:

İnançlarımızda büyük bir deprem oluyordu. Manevi bir sarsıntı geçiriyorduk. İki kutup arasında bocalamaktaydık. Spartakistlerin aşıladığı sosyalist fikirler ve o güne kadar kişiliğimizi yoğurmuş bulunan milliyetçi fikirler arasında…”

İnebolu’dan Ankara’ya yürüyerek 9 günde varan Nazım Hikmet ve arkadaşı Vâlâ Nurettin yol boyunca açlığın, sefaletin, yoksulluğun, perişanlığın bin türlüsünü görüyorlar… Memleketin asıl haliyle hemhal olmuş oluyorlar…

Nazım’ın deyişiyle “Millet sıska atları, Nuhtan kalma silahı, açlığı ve bitiyle savaşıyordu…”


MOSKOVA’YA GİDİŞ

Ankara’ya vardıklarında, öğretmen olarak Bolu’ya atanıyorlar. Bolu’da ağır ceza reisi olan, Ziya Hilmi Bey ile tanışıyor, aynı evde yaşamaya başlıyorlar. Ziya Hilmi Bey Bolşevik hayranı, Nazım Hikmet ve arkadaşı Ziya Hilmi’den çokça Rusya’da neler olup bittiğini, oradaki devrimi, Marx’ı, Lenin’i dinliyorlar. 

Akademisyen Göksel Aymaz bu tanışıklıkla Nazım’da olagelen düşünce değişikliklerini şöyle anlatıyor:

“Bir ümit coğrafyasına geldiğini düşünürken Anadolu’ya, ümidi kırılmıştır. Ama Ziya Hilmi ona yeni bir ümit coğrafyası işaret eder. ‘Bakın’ der, ‘orada yeni bir dünya kuruluyor.’ Ve Nazım’ın da kafasında acaba, sosyalizm memleketin kurtuluş düşü olabilir mi? Kurtuluş düşü, Nazım’ın şiirlerinde de çok hakimdir. Ve bu kurtuluş düşünü işte, 19 yaşında edinir. Ve o kurtuluş düşüdür ki bugün paşazade, İstanbul çocuğu Nazım’ı bize büyük Türk şairi, dünya şairi Nazım Hikmet olarak karşımıza çıkartan şey budur. O kurtuluş düşünün peşinden gitmesi. Çünkü o kurutuluş düşünün peşinden gittiği zaman insana bakışı, memlekete bakışı, şiire bakışı, her şeyi değişiyor. Şiir dili değişiyor”



İşte Nazım o kurtuluş düşünün peşinden Moskova’ya gidiyor. Arkadaşı Vâlâ Nurettin ile Bolu’da daha fazla duramıyor ve devrimin olduğu toprakları görmek üzere yollara düşüyorlar. Düzce, Akçakoca, Zonguldak ve Trabzon'dan geçerek Batum’a ulaşıyorlar. Burada bir süre kalıp, siyasi çalışmalara katılıyorlar. Nazım Hikmet, Batum’da Türkiye Komünist Partisi’nin aday üyesi oluyor.

Batum’dan sonra Moskova günleri başlıyor…
Nazım ve arkadaşı, 1922 yılında, Moskova’da, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde (KUTV) siyasal bilimler ve iktisat okumaya başlıyorlar.
Dönemin Rusyası; Bolşevik Devrimi’nin ardından yaşanan iç savaşın çalkantıları içerisindedir. Ancak devrimle gelen reformlar sayesinde birçok alanda olduğu gibi, sanat alanında da birçok yenilik ortaya çıkmıştır. Nazım da bu yeniliklerden; sürrealizm, fütürizm gibi akımlardan çok etkileniyor. Bu etkiyle şiirlerinin içeriğinde ve biçiminde köklü değişiklikler yapmaya başlıyor.
Hece ölçüsüyle yazdığı şiirlerin yerine serbest ölçüyle şiirler yazmayı deniyor, şiirdeki söylemleri değişmeye başlıyor, geleneksel kalıplardan sıyrılarak adeta şiirde bir devrim yaratıyor…

21 Ocak 1924de Lenin ölünce, Nazım Hikmet, üniversite öğrencileriyle birlikte tabutunun başında nöbet tutuyor ve onun için “Ustamızın Ölümü” şiirini yazıyor

“Güzel günler göreceğiz çocuklar
Güneşli günler göreceğiz
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar
Işıklı maviliklere süreceğiz
Açtık mıydı hele bir son vitesi
Adedi devir motorun sesi
Uy çocuklar kim bilir
Ne harikûlâdedir
300 kilometre giderken öpüşmesi…”



Nazım Hikmet, 1924 Ekim’inde, Türkiye’ye geliyor.
Moskova’da sanat ufku gelişen bir genç şair olarak yurda döndüğünde, buradaki sanat alanı ona sığ ve dar geliyor.
 
Orak-çekiç Gazetesi ve Aydınlık Dergisi’nde çalışmaya başlıyor Daha sonra Resimli Ay Dergi’sinde de çalışacaktır…. Hatta Resimli Ay Dergisi’nde başlattığı “Putları Yıkıyoruz” kampanyasıyla, edebiyat dünyasında sert bir eski-yeni tartışması yaratıyor. Çünkü Moskova’da tanışık olduğu yeni akımların etkisiyle şiiri geleneksel kalıplardan kurtarmaya çalışarak, şiirin özgürleşmesini istiyor.

Nazım Hikmet, Resimli Ay Dergisi’nin Haziran ve Temmuz/1929 sayılarında imzasız olarak yayımladığı Abdülhak Hâmit ve Mehmet Emini hedef alan oldukça sert yazıları çok tartışma yaratıyor. Bu tartışmalara daha sonra Yakup Kadri de katılıyor. Bu tartışmaların yoğunlaşması Resimli Ay Dergisi’ni de hedef haline getiriyor, dergi milliyetçi bir grup tarafından basılıyor. Polis bu baskına sessiz kalıyor. Hatta sonraki dönemler dergi çalışanları ve birçok yazar tutuklanıyor, Nazım Hikmet de aranan yazarlar arasında oluyor.



HOPA’DA YAKALANIŞI

Nazım Hikmet, 1 Ocak 1925 tarihinde, Türkiye Komünist Partisi’nin ikinci kongresine katılıyor ve TKP Merkez Komitesi üyeliğine seçiliyor. Ancak İstanbulda çok dikkat çekmeye başladığı düşüncesiyle parti adına İzmirde görevlendiriliyor. Mart 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu ile sol yayın organları kapatılıyor, birçok yazar da tutuklanıyor. Nazım da arananlar listesinde, bu nedenle yakalanma korkusuyla gizlice İzmir’den İstanbul’a gidiyor, oradan da Moskova’ya kaçıyor. (Ağustos 1925)
Yokluğunda, İstiklal Mahkemesi’nde gıyaben yargılanıyor ve 15 yıl hapis (kürek cezası) cezasına çarptırılıyor.

1928 yılında partisinin kongresine katılmak için Laz İsmail olarak bilinen arkadaşı  İsmail Bilen’le birlikte gizlice Türkiye’ye geliyor. Ancak Artvin’in Hopa ilçesinde yakalanıyorlar. İki ay Hopa cezaevinde bekletildikten sonra  İstanbul’a oradan da Ankara’ya sevk ediliyorlar. Çıkarılan bir afla Aralık 1928’de hapisten çıkıyorlar.
Hopa’da yakalanma hikayelerine biraz değinmek isterim…
Çünkü yörede efsaneleşmiş bir hikaye…
Nazım Hikmet ve İsmail Bilen, Hopa’ya bağlı Peronit (o dönemki adıyla, şimdiki adı Çamlı) köyüne gidiyorlar. Köy kahvesinde dinlenirlerken yabancı olduklarını fark eden köy sakinleri onları ihbar ediyor. Tabi ihbar ederken bu yabancıların kim olduklarını bilmiyorlar. İhbar eden Sabri Çiçek’in oğlu Onur Çiçek BBC Türkçe’ye ihbar edilme anlarını şöyle anlatıyor:

Bu gördüğünüz yerde, şu anda yıkılmış, babamın dükkânı vardı. Gününü burda geçirirdi babam. Dolayısıyla yabancılarla da ilk babam temas kuruyordu.
Nazım Hikmet’in yakalandığı tarihlerde gördüğünüz bina, karakol binasıydı, sonradan yapıldı. Nazım Hikmet’in zamanında bu bina yoktu. Cami minaresiz şekliyle vardı. Ve hemen onun dibinde, Piroğlu Mustafa Amca’nın kahvesi vardı. Burada çay içmeye geldiler, oradaki sohbet sırasında yakalandılar.”


Köy kahvesindeki bu iki yabancıdan şüphelenen Sabri Çiçek, Nazımların ihbar edildiklerini anladıklarında kaygı ve üzüntü içinde çok içli bir türkü söylediklerini anlatırmış. Öyle acıklı bir türkü ki onları dinlerken gözlerinden yaşlar akmış, ihbar ettiğine pişman olmuş.
Daha sonra Nazım’ın kim olduğunu öğrendiklerinde tüm Hopa bu üzüntü ve pişmanlığı kalbinde taşıyor. Hatta, çok sonraları adeta bir af diler gibi, özür mahiyetinde Nazım’ın heykelini dikiyorlar Hopa’ya…


“kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir, ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını, ben hasretlerin
hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık gırevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir
otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum, Pırağ’dan Havana’ya”



İLK ŞİİR KİTAPLARI VE DÜNYA ŞAİRLİĞİ

Kimi insan ezbere sayar yıldızların adını, Nazım hasretlerin…
Ve bu hasretler, 1928’de Hopa’da yakalanışıyla başlayıp, ölümüne kadar sürüyor…
Hopa’daki davada serbest kalsa da 1938’deki hapis hayatına kadar belli aralıklarla davalar ve tutuklanmalar devam ediyor. Ancak kısmi özgürlük denilebilecek bu dönem Nazım’ın edebi anlamda en verimli yılları oluyor. Sadece şiirle ilgilenmiyor, dergi ve gazetelerde çalışıyor, yazılar yazıyor, öykü kitapları yazıyor, tiyatro oyunları ve film senaryoları yazıyor ve tabi o dönem için çok yeni bir şey olarak, şiirlerini okuyup plak kaydı alıyor, bu plaklar her yerde dinleniyor…

1925te eski harflerle ilk kitabı “Dağların Havası” çıkıyor, 1928de yine eski harflerle “Güneşi İçenlerin Türküsü” kitabı, Bakü’de yayımlanıyor. Bir yıl sonra da “835 Satır” kitabı yayımlanıyor ve bu kitap Nazım’ın yeni harflerle yani Latin Alfabesiyle yayımlanan ilk kitabı oluyor. 

Boğaziçi Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi, Olcay Akyıldız, Boğaziçi Üniversitesi, Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi’ne yaptığı değerlendirmede, Nazım Hikmet’in şiirlerini üç ana döneme ayırıyor ve ilk dönem şiirlerinin daha yükse sesli, bağıran şiirler olduğunu belirtiyor:

“İlk dönemini bu anlamda bilinçli olarak şiir yazmaya başladığı dönem olarak düşünürsek daha fütürizm etkisinde şiirler yazdığı, yüksek sesle şiirler yazdığı, propaganda şiirleri yazdığı dönem olduğunu söyleyebiliriz. Yani orada hep üzerine konuşulan ilk şiir belki ‘Açların Gözbebekleri’ onun bağlamsallaştırmasını da belki yapmak lazım, çünkü önemli. O dönemi belki bitiren şiirlerden bir tanesi de yani 'Açların Gözbebekleri’ ile birlikte ‘835 Satır’da yer alan pek çok şiir; Orkestra şiiri, Salkım Söğüt, bunlar hep o deneyselliği hem barındıran hem de içerik olarak o deneyselliği tartışan şiirler. Tamamen teknolojinin ön plana çıkarıldığı, modern dünyanın önemli olduğu, bu anlamda fütürizmle de birebir ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz”

“Akıyordu su

Gösterip aynasında söğüt ağaçlarını

Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını

Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere

Koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere

Birden

Bire kuş gibi

Vurulmuş gibi

Kanadından

Yaralı bir atlı yuvarlandı atından

Bağırmadı

Gidenleri geri çağırmadı

Baktı yalnız dolu gözlerle

Uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına”

 
…..

Akademisyen Olcay Yıldız, Nazım’ın ikinci dönemini, destanlar dönemi olarak değerlendiriyor ve dönemi başlatan şiirinin “Şeyh Bedrettin Destanı” olduğunu söylüyor. Nazım Hikmet, Şeyh Bedrettin Destanı ile geleneğe yeniden dönüş yapıyor ama bu dönüş eski geleneğe dönüş değil, daha çağdaş, yeniyle harmanlaşmış bir geleneğe dönüş… 1936 yılında yayımlanan Şeyh Bedrettin Destanı, şairin o döneme kadar yazdıkları arasında bir başyapıt niteliği taşıyor. Yaşar Kemal Ant Dergisi’ndeki bi yazısında bu destanla ilgili şöyle bir şey anlatıyor:
Bir gün Nazım Hikmet’e dedim ki:
-Hapishane olmasaydı bu büyük destan olur muydu?
Nazım Hikmet de şöyle cevap veriyor:
-Belki başka bir şey olurdu. Ama destan olmazdı. Onu hapiste hep birlikte yazdık. Ben onlara sorardım, onlar bana anlatırdı. Ben destandan parçalar yazar, onlara okurdum. Böyle böyle yazıldı destan…


Akademisyen Olcay Yıldız, Nazım’ın ikinci dönemini şöyle açıklıyor:

“İkinci dönemini Şeyh Bedrettin ile başlatabiliriz. Şeyh Bedrettin Destanı artık geleneğin olgun bir biçimde yeniden ortaya çıktığı, yani o çıkışta bir şeyleri kırmak zorundaydı. Hemen hemen bütün şairler bunu yapıyorlar, geleneğe tamamen itiraz edip yepyeni bir şey yapıyor, fakat kendisi de daha sonra dönüp baktığında o şiirinin, o yüksek sesli şiirinin, propaganda şiirinin aslında biraz fazla olduğunu, biraz fazla yüksek sesli olduğunu, ideolojinin aslında; yine orda güzel bir metafor kullanıyor. İdeolojinin, bir kadın bacağındaki ince bir çorap gibi görünmez olması gerektiğini, hem orada olması gerektiğini hem de görünmez olması gerektiğini söylüyor. Sonradan artık ona doğru evrilmeye başlıyor. Daha hem geleneği kullanarak hem de o kadar bağırmayarak…”


Şeyh Bedrettin Hareketi ile ilgili farklı dönemlerde pek çok şey yazılmış, Nazım Hikmet bu çok bilinen hikayeyi yeniden anlatırken, Marksizmin de etkisiyle sınıfsallığın altını çizerek, tarihe sınıfsal bir bakış açısı getiriyor. Bu bakımdan da ideolojik anlamda dikkatleri çeken, onaylanmayan bir kitap oluyor.
Zaten Nazım’ın sağlığında Türkiye’de yayımlanan son kitabı, daha sonraki tüm eserleri yasaklanıyor.


Nazım Hikmet: Onlar

Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;

korkak,
cesur,
cahil
hakim
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destanımızda yalnız onların maceraları vardır.

….




Nazım’ın büyük ölçüde sürgünde geçen üçüncü ve son şiir dönemi; Kuvayi Milliye Destanı, Memleketimden İnsan Manzaraları, gibi başka başyapıtlara imza attığı, usta yazarlardan övgüler aldığı, kitaplarının birçok ülkede çeşitli dillere çevrildiği, şiirlerinin ünlü sanatçılar tarafından bestelendiği, dünya şairi olarak tanındığı bir dönem…
Ancak ününün dünyaya yayılmaya başladığı bu dönemde ülkesinde “vatan haini” ilan ediliyor, kitapları yasaklanıyor, kendisine ve kendisiyle ilişkisi olan-olmayan tüm yakın çevresine ağır bedeller ödetiliyor…
 

"Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz,
ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim. 

Vatan çiftliklerinizse, 

kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, 

vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, 

vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, 

fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, 

vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, 

vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, 

ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, 

vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, 

vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, 

ben vatan hainiyim. 

Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla : 

Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ” 



HAKKINDA AÇILAN DAVALAR VE MAPUSLUK YILLARI

Ömrünün yarısından fazlası memleketine hasret; sürgünde veya mapuslukla geçen Nazım Hikmet, ilk kez 1925’te, gazete ve dergilerde çıkan yazılarından kaynaklı 15 yıl hapis cezası alıyor ve arandığı için Moskova’ya kaçıyor.
1928’de, Moskova’dan gizlice Türkiye’ye girmeye çalışırken Hopa’da yakalanıyor. İstanbul’a oradan da Ankara’ya sevk ediliyor. Bir müddet hapis yattıktan sonra, afla çıkıyor. 

1931’de “Sesini Kaybeden Şehir” kitabıyla birlikte, ilk beş kitabındaki şiirlerinde bir zümrenin başka zümreler üzerindeki hakimiyetini temin etmek gayesiyle halkı suça teşvik ettiği” gerekçesiyle mahkemeye veriliyor, 6 Mayısta başlayan dava 10 Mayıs günü aklanmasıyla sonuçlanıyor.

Gözaltılar, davalar derken bu süreç de bir de partisiyle fikir ayrılıkları yaşıyor ve partinin kararlarını eleştirdiği gerekçesiyle partiden ihracı gündeme geliyor. Şubat 1932de İstanbulda toplanan TKP kongresinde, Nâzım Hikmet, partisinden ihraç ediliyor.

1933te hakkında yeni bir dava açılıyor. Bu defa “Gece Gelen Telgraf” adlı kitabı nedeniyle halkı rejim aleyhine kışkırtmak” suçlamasıyla yargılanıyor, çıkarılan af yasasıyla dava düşüyor. Ancak aynı yılın Mart ayında bu defa da “gizli örgüt kurmak ve komünizm propagandası yapmak” suçlamasıyla yargılanıyor hatta idamı bile isteniyor… Dava sonrası, 4 yıl hapse mahkum ediliyor. Yine aftan yararlanarak Ağustos 1934’te fazladan, 6 ay yatmış olarak çıkıyor.

30 Aralık 1936da “gizli örgüt kurarak komünizm propagandası yapmak” suçlamasıyla tutuklanıyor. Bir buçuk ay kadar içeride kaldıktan sonra tutuksuz yargılanmasına karar veriliyor.

17 Ocak 1938de yeniden tutuklanan Nâzım Hikmet bu kez, “orduyu ayaklanmaya teşvik ettiği” iddiasıyla Ankarada Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesinde yargılanıyor ve 15 yıl hapse mahkûm ediliyor.
Hemen arkasından, İstanbulda “donanmayı isyana teşvik” suçundan 20 yıl hapis cezası veriliyor. İki cezanın birleştirilmesiyle Nazım Hikmet, 36 yaşında toplam 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılıyor…

Ben içeri düştüğümden beri, güneşin etrafında on kere döndü dünya

Ona sorarsanız: "Lâfı bile edilmez, mikroskobik bir zaman."

Bana sorarsanız: "On senesi ömrümün."

Bir kurşun kalemim vardı, ben içeri düştüğüm sene

Bir haftada yaza yaza tükeniverdi

Ona sorarsanız: "Bütün bir hayat."

Bana sorarsanız: "Adam sen de, bir-iki hafta."


Nazım’ın, 12 yıl sürecek olan uzun mapusluk dönemi Ankara cezaevinde başlıyor, ardından Çankırı’ya, iki yıl sonra da Bursa cezaevine naklediliyor. (1940)

Nazım Hikmet’in kız kardeşi Samiye Yaltırım’ın kızı ressam Ayşe Yaltırım, dayısını Bursa hapishanesinde ziyarete gittiği günleri, Boğaziçi Üniversitesi, Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezine şöyle anlatıyor:


“Küçükken oraya gitmek, korkulan bir şeydi. Küçükken zor şartlarda gidiyorduk. Otobüsler çok kötüydü, tıkış tıkış biniyorduk, böyle sarsıla sarsıla yollardan gidiyoruz. Böyle şeyler hatırlıyorum.
Kocaman bir demir kapı vardı. Orada da gözetleme delikleri vardı. Dayım orda, kapının dışında, bizi bekler haldeydi herhalde. Oradan böyle bakardı, gözlerini hatırlıyorum, iki tane mavi göz.”



Nazım’ın mapusluk yılları oldukça üretken geçiyor; bolca okumanın ve yazmanın yanısıra resim yapmaya yoğunlaşıyor. Nazım Hikmet, Annesi ressam Celile Hanım’dan aldığı düşünülen resim yapma yeteneğinin, hapishane koşullarında ne denli büyük bir uğraşa dönüştüğünü arkadaşı Kemal Tahir’e yazdığı mektupta şöyle dile getiriyor:

Bana gelince, bir hayli zamandır işi ressamlığa döktüm, beş seneden beri elime fırça aldığım yoktu, birdenbire ayranım kabardı ve şimdi elimden fırça düşmüyor, hele tabiat resimlerine, nakış elemanına pek merak saldım. Senin anlıyacağın, boyuna resim yapıyorum, yağlı boya, sulu boya, çini mürekkebi, kurşunkalem, tuval üstüne, kontrplak üstüne, kâat üstüne. Yani, yaşlanmakla filan durulmayan huyum, yani bir şeye kendimi verince balıklama dalıvermem, bu sefer resimde kendini gösterdi, resim yapamadığım zaman adeta hastalanıyorum”


Dünyadan, memleketinden, insandan

umudum kesik değil diye

İpe çekilmeyip de

Atılırsan içeriye,

Yatarsan on yıl, on beş yıl

Daha da yatacağından başka,

‘Sallansaydım ipin ucunda

Bir bayrak gibi keşke’

Demiyeceksin,

Yaşamakta ayak direyeceksin.

Belki bahtiyarlık değildir artık,

Boynunun borcudur fakat,

Düşmana inat

Bir gün fazla yaşamak…”

Resim ve edebiyatın yanısıra cezaevi koşullarında yapılabilecek her türlü el emeği işçiliklerini öğreniyor, marangozluk ve dokumacılık yapıyor. Bu işlerden geçimini sağlamaya çalışıyor…


Tıraştan tıraşa yüzüne bak,

Unut yaşını

Koru kendini bitten,

Bir de bahar akşamlarından;

Bir de ekmeği

Son lokmasına dek yemeği,

Bir de ağız dolusu gülmeyi unutma hiçbir zaman.

Bir de kim bilir,

Sevdiğin kadın sevmez olur,

Ufak bir iş deme,

Yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelir,

İçerdeki adama.

İçerde gülü, bahçeyi düşünmek fena,

Dağları, deryaları düşünmek iyi.

Durup dinlenmeden okumayı, yazmayı,

Bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana,

Bir de ayna dökmeyi.

Yani içerde onyıl, on beş yıl,

Daha da fazla hatta

Geçirilmez değil,

Geçirilir,

Kararmasın yeter ki

Sol memenin altındaki cevahir!”


NAZIM ve AŞKLARI

Nazım’ın mapusluk günleri sadece kendisi için değil, hayatına değen tüm kadınlar için çileli bir yolculuk…
Üstelik hayatına değen kadınların sayısı çok… Ve bu kadınlar; onun sürgün hayatıyla ordan oraya savruluyor, hapis dönemlerinde onun maddi-manevi bütün ihtiyaçlarına koşuyor, onun hayat arkadaşı olmanın ağır bedellerini ödüyorlar…

Nazım Hikmet, kıymet verdiği bu kadınların hasretlerinden deliye dönüyor, onları başka erkeklerden kıskanıyor, onlara  şiirler yazıyor ama onları aldatıyor da… Bazen daha birinden ayrılmadan başka bir kadına aşık oluyor, bazen aynı anda iki kadına…

Ne diyor “otobiyografi" şiirinde…

…sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
Şu kadarcık haset etmedim Şarlo’ya bile
Aldattım kadınlarımı…
 

Belkide Nazım’ın şiirlerine ilham kaynağı olacak aşklara, yazarken besleneceği derin ve sarsıcı duygulara ihtiyacı vardı sadece. Bu yüzden de bu duygular neredeyse oraya sürüklendi durdu….
Nazım Hikmet Ran, çağların şairi, dünya şairi ama o da herkes kadar hatalarıyla, karmaşık duygularıyla, çalkantılı ilişkileriyle var olan bir insan…


“Sen esirliğim ve hürriyetimsin

Çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin

Sen memleketimsin

Sen ela gözlerinde yeşil hareler

Sen büyük güzel ve muzaffer

Ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin”

…..


Nazım Hikmet’in kayıtlarda geçen evliliklerinin dışında başka ilişkileri de vardır elbette ama birkaç kaynaktan teyitleyebildiğim aşklarını şöyle sıralayabilirim:

-Gençlik yıllarında Marika adında Rum kökenli biriyle, daha sonra da Sabiha ile arkadaşlık ediyor.

-İlk evliliğini 1922 yılında üniversite eğitimi için Moskova’ya gittiği yıl, Muhittin Birgen’in kızı Nüzhet ile yapıyor.

-İkinci evliliğini 1926 yılında Lena Yurçenko ile yapıyor. Lena’dan önce bir dönem okul arkadaşı olan Liyolya ile birlikteliği olduğu da söyleniyor.

-1930 yılında kardeşi Samiye’nin arkadaşı olan ve adına çokca şiirler yazdığı  Piraye ile tanışıyor. Piraye o sırada evli ve iki çocuk annesi. Nazım, zaman içerisinde Piraye’ye sırılsıklam aşık oluyor. Sonunda onu da kocasından boşanmaya ikna ediyor ve 31 Ocak 1935’te, evleniyorlar.
(Piraye 3 Eylül 1932de kocası Vedat Örfi Bengü’den ayrılıyor)

-Nazım, hapisteyken ziyaretine gidip gelen dayı kızı Münevver Andaç ile yakınlaşıyor, tabi o sırada Piraye ile evli ve dayı kızı da başkasıyla evli. Her iki taraf için de gelgitli bir dönemin ardından 1947’de evleniyorlar. 

Hatta gelgitli bir dönemde Münevver çeşitli nedenlerle kocasından ayrılmaktan vazgeçip Nazım’ı terk ediyor, bi müddet görüşmüyorlar. Bu nedenler bazı kaynaklarda Münevver’in kocasının kızını göstermemekle tehdit ettiği yazıyor, bazı kaynaklara göre de Nazım’ın afla çıkması beklenirken af çıkmıyor, af çıkmayınca da Münevver Nazım’la evlenmekten vazgeçiyor.

O arada Nazım, Piraye’ye geri dönmek istiyor ve şöyle bir mektup yazıyor:

Pirayem Kızıl saçlı bacım benim, seni arkadan bıçakladım. Bir damlası benim damarlarımdaki bütün kana bedel kanınla boyandı ellerim. Yeryüzündeki hiçbir insan hiçbir insana benim sana yaptığım kötülüğü yapmamıştır. Bütün bunlara rağmen gel. Sana ‘gel’ diyecek kadar yüzsüz ve alçaksam ne halt edeyim öyleyim işte…”

Mektup üzüntü ve pişmanlığını dile getiren satırlarla devam ediyor… Fakat Piraye, bu pişmanlığı kabul etmiyor ve Nazım’a geri dönmüyor, neden dönsün ki…

Nazım Hikmet, 1952’de Çin gezisi sırasında bir kalp krizi geçiriyor. Bu kalp krizinden sonra Moskova’da birkaç ay hastanede tedavi görüyor. Kendisiyle ilgilenen iki doktordan biri Galina (Kolesnikova//Grigoryevna)
Galina, hastaneden çıktıktan sonra da Nazım’la ilgileniyor ve özel doktoru olarak onunla yaşamaya başlıyor. Tabi zaman içerisinde yakınlıkları artıyor, aralarında romantik bir birliktelik başlıyor.

Bir tarafta Türkiye’de, oğlu Memet’le yolunu gözleyen karısı Münevver, öbür tarafta bakımını üstlenerek yoldaşlık eden Galina varken Nazım, kendisinden otuz yaş küçük olan Vera Tulyakova’ya aşık oluyor. Tiyatro sanatçısı olan Vera’nın evli olması da sonucu değiştirmiyor ve Kasım 1960ta evleniyorlar. Vera, Nazım’ın ölümüne dek yanında oluyor…


VE ÖLÜMÜ

Nazım’ın ölümüne geçmeden önce hapishaneden çıkışıyla ilgili birkaç detay eklemek istiyorum…

Nazım Hikmet Bursa cezaevindeyken, yurtiçinde ve dışında edebiyat ve sanat dünyasından birçok aydın, Nazım’ın haksız tutukluluğuna son verilmesi için imza kampanyaları düzenleniyor. Belli dönemlerde af çıkacağı ve serbest bırakılacağı konuşulsa da beklenen af bir türlü çıkmıyor.

Dışarıdaki çabaların sonuçsuz kaldığını gören Nazım Hikmet, 8 Nisan 1950’de açlık grevine başlıyor. Birçok yazar, şair, gazeteci, sanatçı ve farklı alanlardan aydınlar bu açlık grevine destek oluyor, hatta hasta ve yaşlı annesi Celile hanım da katılıyor açlık grevine…
Açlık grevi sonuç vermiyor ama 14 Temmuz 1950’de Genel Af Yasa’sı çıkıyor ve Nihayet Nazım, bu aftan yararlanarak 15 Temmuz 1950’de, 12 yıl-7 ay hapis yattıktan sonra serbest kalıyor…


-Uyanış-

Uyandın.

Nerdesin? Evinde.

Alışamadın hâlâ uyanır uyanmaz evinde olmaya.

On üç yıl hapiste kalmanın 

sersemliklerinden biri de bu. 

Yanında yatan kim? 

Yalnızlık değil, karın.

Uyuyor melekler gibi mışıl mışıl, 

Yaraştı hatuna gebelik.

Saat kaç? Sekiz. Demek akşama kadar emniyettesiniz.

Çünkü teamüldendir, polis ev basmaz güpe gündüz.”

Ancak hapisten çıkar çıkmaz yasal yükümlülüğü olmamasına rağmen askere çağrılıyor. O sırada Nazım, ellisine yaklaşmış ve oldukça hasta. Yani askerlik yapması mümkün değil. Amaçlarının kendisini öldürmek olduğunu düşünüyor ve Moskova’ya kaçmaya karar veriyor. 17 Haziran 1951’de üvey kız kardeşi Melda Hanım’ın eşi Refik Erduran’ın kullandığı bir sürat motoruyla Karadeniz’e açılıyor, oradan bir yük gemisiyle Romanya’ya gidiyor, daha sonra da Moskova’ya geçiyor.
 
Nazım Hikmet, henüz bir yaşındaki oğlu Memet’i ve karısı Münevver’i ardında bırakarak; aklı, kalbi, ruhu memleketinde kalarak gittiği yerden sevenlerine şöyle sesleniyor:


“Bütün Türkiye'deki okuyucularıma ve beni sevenlere, yurttaşlarıma, gerçek Türk yurtseverlerine bir hakikati açıklamak istiyorum: Ben eğer Türkiyemden çıkmasaydım öldürülmüş olacaktım, gayet basit. Biliyorsunuz, birbiri ardınca on üç sene hapiste yattım. Bu on üç senelik hapis doğrudan doğruya işlediğim bir suçun karşılığı değildi. Uydurulmuş bir suçun, omzuma yüklenen bir suçun cezasıydı. Bu yetmiyormuş gibi, hapisten çıktıktan sonra elli yaşıma basmama ancak bir yıl varken ve yüreğim dehşetli hastayken beni askere almak istediler, yani kırk dokuz yaşında ve on üç yıl hapiste yatmış bir insanı askere almak istediler. Ben askerden kaçan adam değilim. Ama o yüreğimle askere gitmek, talim meydanına çıkmak, basit bir nefer olarak talim meydanına çıkmak, elbette ki basit bir neferliğin büyük şerefi var, fakat bu şerefi hayatımla ödemem demekti…” 



Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’nın arşivinden alınmış bu ses kaydının devamında Nazım, “Menderes hükümetinin bana tuzak kurduğuna dair elimde kuvvetli deliler var, askere almak bahanesiyle beni harcayacaklardı” diyor…

Nitekim, Moskova’ya gidişinin hemen ardından, 25 Temmuz 1951 tarihinde, Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakanı Adnan Menderes ve diğer bakanların imzalarının bulunduğu kararla; Nazım Hikmet, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılıyor.


Moskova’ya gidişinin yankıları uzun süre, gazetelerin manşetlerinde büyük puntolarla sürüyor. Sadece sağcı yazarlar değil, bazı solcu yazarlar da Nazım’ı yerden yere vuran yazılar kaleme alıyor… Çetin Altan’ın “vatanı terk edenler iradesiz, karaktersiz, güçsüz insanlardır” sözleri, Nadir Nadi’nin, komünizm uğruna vatanını terk ettiğine vurgu yaptığı yazıları, dönemin Cumhuriyet Gazetesi’nde sayfa sayfa yayımlanıyor. Gazete’nin birinci sayfa haberleri, Nazım’dan “Şakşakçı Kızıl şair” diye bahsediyor…  


Nazım Türkiye’deki bu linç ortamından kendini kurtarmış olsa da geldiği Moskova, giderken bıraktığı Moskova değil artık… Stalin’in baskıcı rejiminin edebiyata, sanata, hayata sirayet etmiş olduğunu görüyor. Her fırsatta Stalin’i eleştirmekten vazgeçmediği için de bu baskıdan kendisi de nasibini alıyor ve tiyatrolarda bazı oyunları yasaklanıyor… Baskı ortamına rağmen Nazım, üretmeye devam ediyor. Sağlığı pek iyi olmasa da ülke ülke gezerek, barış konferanslarına katılıyor, nükleer savaşın önüne geçilmesi için uluslararası organizasyonlarda yer alıyor. Bu seyahatlerle dünyanın tanıdığı bir şair olan Nazım’ın kitapları kırktan fazla dile çevriliyor. Ancak kendi ülkesinde hala yasaklı…



Bu seyahatlar sırasında, Çin’de ilk kalp krizini geçiriyor (27 Nisan 1953)…
Ölümü bu kadar yakın hissettiği o günlerde, hasta yatağında “Vasiyet” şiirini yazıyor:

“Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,
ölürsem kurtuluştan önce yani,
Anadolu
da bir köy mezarlığına gömün beni.
Hasan beyin vurdurduğu
ırgat Osman yatsın bir yanımda
ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp
kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda…”



Bu şiiri yazdıktan on yıl sonra, 3 Haziran 1963’te, ikinci kalp krizi Moskova’daki evinde yakalıyor onu ve bu defa ölümden kaçamıyor.

Vera’nın çok sonraları yazdığı kitaptan öğreniyoruz ki, Nazım, 7:40’da gelen sabah postasını almak için aşağıya indiğinde, kalp krizi geçiriyor ve olduğu yere yığılıyor…

Ülkesinde hala “vatan haini” damgasıyla anıldığı için, vasiyetinde belirttiği gibi Anadolu’da bir köy mezarlığına gömülemiyor. Sovyet Yazarlar Birliği’nin düzenlediği bir törenle Novodeviçi Mezarlığı’na gömülüyor. Yakın arkadaşı ressam Abidin Dino, siyah granitten mezar taşına Nazım’ın şiirlerinden biri olan “Rüzgara Karşı Yürüyen Adam” figürünü yapıyor.

Ülkesine ve sevdiklerine hasretle geçen, sürgün bir yaşam böyle sonlanıyor…
Ve bu topraklarda çok alışık olduğumuz bir gelenekle büyük şaire ancak ölümünden sonra kıymet veriliyor… 

1938’dan beri Türkiye’de yasaklı olan şairin ölümünden iki yıl sonra, 1965 yılında, yeniden kitapları yayımlanmaya başlanıyor…

Birçok yazar dostu hala temkinli davranmak zorunda olarak, yazılarını önce dergilerde parça parça yayımlamaya başlıyorlar, sonra da kitaplarını…

Nazım Hikmet’in eşi Piraye’nin oğlu olan Mehmet Fuat Bengü, Nazım’ın eserlerinin yayımlanmasına büyük emek veriyor. Nazım’ın annesine yazdığı mektupları, bıraktığı eserleri, yönettiği De Yayınevi’nin yayını olan Yeni Dergi’de yayımlamaya başlıyor, daha sonra kitaplarını basmaya başlıyor ama bu kitaplar defalarca toplatılıyor, Mehmet Fuat tıpkı üvey babası gibi “komünizm propagandası yapmak" suçlamasıyla yargılanıyor. 
Ama mücadelesinden vazgeçmiyor. Nazım Hikmet’in  Memleketimden İnsan Manzaraları eserini toplatılma riski nedeniyle önce parça parça yayımlıyor, sonra bütün halinde…


“Haydarpaşa garında
1941 baharında, saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
yorgunluk ve telaş.
Bir adam merdivenlerde duruyor
bir şeyler düşünerek.
Zayıf.
Korkak.
Burnu sivri ve uzun yanaklarının üstü çopur.
Merdivenlerdeki adam Galip Usta,
tuhaf şeyler düşünmekle meşhurdur:
Kaat helva yesem her gün diye düşündü
5 yaşında.
Mektebe gitsem diye düşündü
7 yaşında.
Babamın bıçakçı dükkanından
Akşam ezanından önce çıksam diye düşündü
9 yaşında.
Sarı iskarpinlerim olsa
kızlar bana baksa
diye düşündü
13 yaşında….”



Bir de tabi vatandaşlığının iadesi meselesi var.
Ölümünden tam 46 yıl sonra, başta kız kardeşi Samiye Yaltırım olmak üzere tüm Nazım Hikmet sevdalısı sanatçı ve aydınların 22 yıllık mücadelesinin ardından, 5 Ocak 2009 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla Nazım’ın vatandaşlığı iade ediliyor.

Karar 10 Ocak 2009 tarihli Resmi Gazete’de şöyle yayımlanıyor: “Nâzım Hikmet Ran’ın Türk vatandaşlığından çıkarılmasına ilişkin 25/7/1951 tarihli ve 3/13401 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının yürürlükten kaldırılması; İçişleri Bakanlığının 5/1/2009 tarihli ve 70020 sayılı yazısı üzerine, Bakanlar Kurulunca 5/1/2009 tarihinde kararlaştırılmıştır.”
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül
Başbakan Recep Tayip Erdoğan


Dörtnala gelip Uzak Asya'dan

Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak

ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,

yok edin insanın insana kulluğunu,

bu dâvet bizim....

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

ve bir orman gibi kardeşçesine
bu hasret bizim…"


KAYNAKLAR:

-Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı
-Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi
-Google akademi, ilgili gazete ve dergi arşivleri
-BBC News Türkçe // “Nazım Hikmet Hopa'da: İlk tutuklama, ilk yargılama, ilk cezaevi” başlıklı belgesel
-Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet gazetelerinin arşivleri
-CNN Türk, “Akıllara kazınan şiirlerin sahibi Nazım Hikmet anısına özel belgesel”


Bu araştırma dosyasında, yukarıda belirtilen kurum ve kuruluşların, internet sitelerinin, haber platformlarının arşivlerinden faydalanılmıştır. Araştırmaya katkılarından dolayı kaynakça bölümünde isimleri geçen bu kurum ve kuruluşlara teşekkür ederiz. 

Podcast